Yazılar
  • Paylaş:

02.02.2024

Hazro Beyleri

Hazro Beyleri

Murat Budak’ın, ‘Zirkan Aşireti’nden Hazro Beyleri’  kitabı, bana, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı, Türkiye İşçi Partisi’ni,  12 Mart Rejimi’ni, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’ni, arkadaşları hatırlattı.

Murat Budak, Zirkan Aşireti’nden Hazro Beyleri, Nûbîhar, 2023, Ankara 175 s.

1971 Haziran’ının ortalarında, Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde gözaltına alınıp şehirler arası yolcu taşıyan bir otobüsle Diyarbakır’a  götürüldüm. Bir süre Diyarbakır Emniyeti’nde tutulduktan sonra Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’ne teslim edildim.  Dr. Tarık Ziya Ekinci, Dr. Naci Kutlay, Canip Yıldırım, Musa Anter, Niyazi Tatlıcı, Mehdi Zana, Mehmet Emin Bozarslan, Feqi Hüseyin Musa Sağnıç … oradaydılar. İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan, Fikret Şahin, Ali Beyköylü, Sabri Çepik, Nezir Şemmikanlı, Nusret Kılıçaslan, İhsan Yavuztürk, İsa Geçit, Mehmet Demir, Ferit Uzun, Faruk Aras, İhsan Aksoy, Niyazi Dönmez, Zeki Kaya  gibi arkadaşlar da  sıkıyönetim tutukevindeydiler.

Benden bir gün sonra da Sıkıyönetim tutukevine, Yümnü Budak’ı (1947-1996) getirdiler. Yümnü Budak askeri üniforma içindeydi. Yedek Subay Okulu’ndan alıp getirmişler.

12 Mart 1970 günü, Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nda bir konferans vermiştim. O zaman başkan Yümnü Budak’tı. Ankara DDKO Mayıs 1969’da kurulmuştu.

Birkaç gün sonra Yümnü Budak’la beni Sur içindeki mahkemeye götürdüler. Orada gıyabi tutuklama kararları vicahiye çevrildi. Bir gün  sonra da yine Yümnü ile birlikte  ifade için askeri savcılığa  götürüldük. Askeri Mahkeme, Askeri Savcılık Kolordu Komutanlığı binasındaydı. 7. Kolordu.

İfadeden sonra, tekrar Sıkıyönetim Tutukevi’ne götürülüyorduk. Kolordunun kapısından çıktığımız sırada Kolordu Komutanıyla karşılaştık. O da, yanındaki subaylarla birlikte Kolordu binasına girmek üzereydi. Komutan, Korgeneral rütbesinde bir subaydı. Bana neden getirildiğimi sordu. Siyasal  Bilgiler Fakültesi’nde asistan olduğunu, Atatürk Üniversitesi’nde çalıştığım sırada derslerde anlattığım konulardan soruşturma açılmış, dedim.

Daha sonra Yümnü Budak’a sordu. ‘Sen neden burdasın?’ Yümnü askerlik yaptığını, Yedek  Subay Okulu’ndan alınıp getirildiğini söyledi. Komutan askerlikten önce neler yapıyordun şeklinde bir soru daha sordu. Yümnü, Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’ndan söz etti. Komutan, herkesin Türk olduğunu, Türklük için çalışmak gerektiğini söyledi. Ondan sonra bana dönerek, ‘değil mi  hocam’ dedi. Ben de ‘Biraz önce askeri savcıya ifade verdim, ifadem sırasında gerekli açıklamaları yaptım’ dedim. Yümnü Budak, ailede, Kürdlerin hak  ve çıkarlarıyla ilgilenen ilk kişilerdendi. Kendisinden önce, 49’lardan Fadıl Budak’ı da saymak gerekir.  Fadıl Budak aşağıda sözünü edeceğimiz   Turgay Budak’ın amcasıydı, Seyfettin Budak’ın kardeşiydi.

Fadıl Budak’la, 1968’de sınır kasabaları araştırması sırasında ben de tanışmıştım. O zaman Nusaybin savcısıydı.

                                                              ***

Hüsnü Bey, Fehime Hanım her hafta görüş yaparlardı. Gelirken de en az 20 kişilik yemek getirirlerdi. Sadece Yümnü ile değil bütün arkadaşlarla ayrı ayrı görüşürlerdi. Murat Budak bu durumu kitabın da anlatıyor. (s. 120)

1971’in yaz aylarında  Seyrantepe’deki bir kışla Sıkıyönetim Tutukevi olarak kullanılıyordu. Bir futbol sahası kadar geniş bir alanın bir tarafındaki koğuş gözaltı merkezi, karşı tarafındaki, birbiri içindeki,   geniş iki koğuş tutuklu koğuşu olarak kullanılıyordu. Her hafta görüş yapılıyordu. Herkes, herkesin ziyaretçisiyle görüşebiliyordu. Yatay silindir şeklinde ilerleyen telörgünün bir tarafında ziyaretçiler bir tarafında da tutuklular olurdu. Bağıra-çağıra görüş yapılırdı.

İlk ziyaretlerden birinde Yümnü Budak, beni de götürmüştü. Beni ‘hocamız’ diyerek babasıyla ve annesiyle  tanıştırdı.  Annesi beni görünce, kendi kendine  fısıldar gibi, ‘melek gibi bir adam’ şeklinde bir şeyler söyledi.

Bu tutumun ne anlama geldiğini çok sonra anladım. O dönemde, mahkemede siyasal savunma yapıp yapmama konusunda  DDKO mensubu arkadaşlar arasında tartışmalar olurdu. Ben de Kürdlerin, Kürdçe’nin sürekli olarak inkarı karşısında  mahkeme huzurunda  Kürdlerin, Kürdçe’nin savunulmasının çok önemli olduğunu vurgulardım.

Bu tartışmalar sürecinde, devlet, Kürdlerin bu şekilde savunma yapmalarını hiç istemiyordu. Aileleri de devreye sokarak ve tehditler yaparak,  bunu engellemeye çalışıyordu. Aileler, çocuklarını, ‘eğer siyasal savunma yaparsanız, yine evlerimiz köylerimiz yakılacak - yıkılacak, yine sürgünler olacak …’ diyerek bu şekilde bir savunmaya engel olmaya çalışırlardı. Arkadaşlar da ailelerini siyasal savunma yapma gereği konusunda bilgilendirirlerdi. İşte bu süreçte, bazı aileler, ‘Çocuklarımız siyasal savunma yapmayacaklar ama onları Beşikci denen kişi kışkırtıyor’ şeklinde konuşmalar yapıyormuş. Kışkırtma olumsuz bir kavram. Kişilerde olumsuz bir süreç çağrıştırıyor. Konuşarak birşeyler ifade etmek başka, kışkırtma başka.  Yümnü’nün annesi, beni görünce kafasındaki olumsuz duygular, düşünceler dağılmış.

Yümnü Budak’la konuşmalarımız sırasında Turgay Budak’la   amca çocukları olduğunu öğrendim. Daha doğrusu, Yümnü’nün ve Turgay’ın  babadan dedeleri  iki kardeş oluyor. Turgay Budak, 1960’ların sonlarında Erzurum’da Atatürk Üniversitesi, Ziraat Fakültesi’nde öğrenciydi. Köy Sosyolojisi derslerine gelen bir öğrenciydi. Kendisiyle çok yakın görüşmelerimiz olurdu. 1967 Sonbaharında, Silvan, Siverek, Diyarbakır, Batman, Ergani gibi Kürd illerinde  gerçekleşen Doğu Mitingleri’ne katılmıyorum diye beni eleştirmiş, bir sonraki Ağrı Mitingi’ne beraber katılmıştık. Turgay budak bu dönemde Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde asistandı.

                                                         ***

Zirkan Aşireti’nden Hazro Beyleri kitabında,  s. 153’de çok açıklayıcı bir soyağacı var.  Burada ailenin  Recep Bey döneminden itibaren (1820- 1849)  geçmişi yer alıyor. Bu soyağacında Yümnü Budak, Turgay Budak,  babaları, dedeleri, amcaları vs. açık bir şekilde görülüyor. Yalnız, bu soyağacında kadınlara yer verilmemiş. Ailenin, kadınlarına  da yer veren yeni bir soyağacı yapmak yararlı olabilir.

Murat Budak, Hüsnü Bey’in 1996’da, Yümnü Budak’ın  vefatından sonra köyü sattığını, mezarının İzmir’de olduğunu söylüyor.  Hüsnü Bey’in ne zaman vefat ettiğini bu kitaptan öğrenmedim. Annesi Fehime Hanım’dan da söz etmiyor.

Subarular’dan 19. Yüzyıla

Zirkan  Aşiretinden Hazro Beyleri,  kitabında Tercil (Hazro) Kalesi’nin Subarular’dan kaldığı belirtiliyor. (s. 11) Bu, M.Ö. 2000’lere tekabül eder. Güney Mezopotamya’da iktidar olan Subarilerin egemenliklerinin Hazro’ya kadar geliştirdikleri anlaşılıyor. Bugün, Kürdistan’ın güneyinde, Barzan’ın güneybatısında yaşayan Zebariler, Subarular’ın ataları olduğunu vurgularlar.

Durum buyken, Hazro Beyleri’nin soylarını Şam Araplarına, (s. 13), Hz. Ali’ye (s. 14, s.18, s.151) dayandırmaları çok şaşırtıcıdır. Bu sadece Zirkanlar’da görülen bir durum değildir, hanedanlık iddia eden bütün Kürdlerde görülen bir durumdur. Bu milli duygunun gelişmediği dönemlerde görülen bir durumdur. Kürdlerin ileri gelenleri soylarını peygamber ailesine bağlayarak toplumda statülerini yükseltiyorlardı, prestij sağlıyorlardı. Eğer soyunuzu Şam Araplarına veya Hz. Ali’ye dayandırmak istiyorsanız, Arap olduğunuzu anlatmak istiyorsunuz demektir. Halbuki, Hazro halkının Kürd oldukları açık bir gerçekliktir.

Kürd toplumunda ileri gelen aileler soylarını peygamber ailesine nasıl bağlıyorlardı? Kerbela, Necef, Bağdat, Basra, Tahran, İstanbul, Şam gibi merkezlerde Nakibüleşraf denen kurumlar  vardı. Bu kurumlara belirli bir para verenler, bağış yapanlar, bu sahte soy ağaçlarına kavuşabiliyorlardı. Bu Peygamber ailesiyle ilgilenen, bu aileden gelkenlerin rahat bir şekilde yaşamaları için çalışan bir kurumdu. İslam’da Hz. Hüseyin’den gelenlere Seyid, Hz. Hasan’dan gelenlere Şerif deniyordu. Örneğin, Mekke Şerifi Hüseyin. Araplardan başkalarının Seyid veya Şerif olası mümkün değildir. Ama Nakibüleşraflar sahte  belgelerle isteye herkese bu unvanları verebiliyorlardı.

                                                       ***

19. yüzyılda, İkinci Mahmud döneminde  Osmanlı ordusu ile Kürdler arasında çok yoğun savaşlar gerçekleşmiş. 1836-1837 yıllarında bu savaşların bir kısmı Hazro kırsalında  gerçekleşmiş. Hatta  Budak ailesinin köyü Kazuhan’ın da savaş alanı içinde olduğu söylenebilir. Osmanlı ordusunda danışmanlık yapan, orduyu modernleştirmeye çalışan Helmud Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları kitabında bu savaşları anlatıyor. Moltke, bu süreçte Osmanlı ordusunun Kürdlere büyük zulum yaptığını, Kürdleri işkenceden geçirdiğini, köylerini, evlerini yakıp yıktığını, Kürdlerin cesaretine ve dürüstlüğüne hayran kaldığını belirtiyor.

Zirkanlar’ın Sürgünü

Araştırmacı yazar Murat Budak Zirkan Aşiretinden Hazro Beyleri kitabını hazırlarken, İstanbul’da, Gülhane’de bulunan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden yaralanıyor. Murat Budak bu arşivde epey çalışma yapmış. Birçok belgenin  kopyalarını çıkarmış. Kitapta bunlar etraflı  bir şekilde belirtiliyor.

Zirkanlar’ın sürgünü ile ilgili belgeler dikkat çekici. Aile, Recep Bey döneminde, Osmanlı ordusuyla yaptığı bir savaş sonunda, Recep Bey esir alınıyor,  (s. 56) Aile,   1834-1835 yıllarında Edirne’ye sürgün ediliyor. (s.61) 1841 yılında hizmetkarların  geri dönüşü gerçekleşiyor. (s. 67)  Padişah 1862’de af çıkarıyor ve Zırkiler  Edirne’den Hazro’ya geri dönebiliyor. (s.75)

Burada sürgünlerle ilgili bir konuya dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum. Bundan önceki, ‘Şeyh Said Direnişi İle İlgili İki Kitap’ yazısında da sürgünlerden söz edilmişti. Sürgün  sırasında, Şeyh Said ailesinin aşağılandığı, yalnızlaştırıldığı, hakaretlere maruz kaldığı belirtilmişti. Devlet ailenin daha çok mağdur edilmesi için her türlü önlemi gündeme getiriyordu. 1834-1835 yıllarında  Zirkilerin Edirne’ye sürgününde  böyle olmuyor. Yolculuk rahat geçiyor. Aile Edirne’de komşuları tarafından itibar görüyor. Devlet ailenin Edirne’de rahat yaşaması için olanaklar da yaratıyor.  Aile, komşuları tarafından, ‘Kürdistan umerasından falanca’ şeklinde anılıyor. Ailenin Edirne’deki kabristan’da, mezar taşlarında  da bu ifadeye sık sık rastlanıyor. (s. 145-151)

Hazro Beyleri’nin 1925-1928 arasında gerçekleşen ikinci sürgünü, şüphesiz birincisi gibi rahat geçmemiş. (s. 112 vd.)

Araştırmacı yazar Murat Budak 19. Yüzyılda Hazro’nun nüfusunun yarısını Hristiyanların, Ermenilerin oluşturduğunu belirtiyor. (s. 79) Ermenilerin yönetimde önemli görevler aldıklarına da işaret ediyor. (s. 91-92)

Murat Budak, Hazro nüfusunun yarısının Ermeni olduğunu belirtiyor ama Ermeni-Kürd-Osmanlı  ilişkileri hakkında  fazla yorum yapmamış.

Hazro Beyleri kitabından, Vedat Günyol’un (1911-2004) Yemen Valisi Ahmet Cemil Paşa’nın torunu olduğunu öğreniyoruz.  Vedat Günyol, Ahmet Cemil Paşa’nın Kızı Mihrinüsa Hanım’ın oğlu oluyor. (s. 83)

Vedat Günyol, devletin Kürdlere karşı  inkarcı politikalarının, asimilasyon uygulamalarının en yoğun olduğu bir dönemde büyümüş. Çocukluğu, isyanların, katliamların, sürgünlerin en yoğun olduğu bir dönemde geçmiş.  Bu şüphesiz Cemilpaşaları da yakından etkileyen bir süreç. Ama Vedat Günyol’da Kürdlükten küçük bir kırıntı  bile yok. Vedat Günyol, Kürdlükten özenle kaçış içinde. Resmi ideolojinin istediği gibi bir adam olmuş. Kürdlükten kopmuş, Türkleşmiş. Bu şüphesiz aydın olma durumuna çok zıt bir süreç. Vedat Günyol’un durumunu, Türklükle kurduğu ilişki değil, Kürdlükle kurmadığı, kurmaktan kaçındığı ilişki belirler.

Mustafa Kemal ve Hazro Beyleri

Mustafa Kemal, 20 Mart 1916’da,  16. Kolordu Komutanlığına atanır. 27 Mart 1916’da Diyarbakır’a ulaşır. Diyarbakır’da,  bir buçuk ay kadar, Hazro Beylerinden Mehmet Nuri Bey’in Silvan’daki konaklarında kalır. Burada, Diyarbakır’ın bazı ağalarıyla, şeyhleriyle görüşmeler yapar. Görüşmeler yaptığı kişiler arasında  Cemilê Çeto, Hacı Musa Bey ve kardeşi Nuh Bey’de vardı. (s. 103)

Murat Budak, kitabında, Cemilê Çeto ile  ilgili bir olayı da dile  getirmektedir. Cemilê Çeto, Şeyh Said direnişinden sonra  bir suç nedeniyle hapse atılır. Cemilê Çeto, Mustafa Kemal ile dostluğunu 1916’da yaptığı görüşmeleri hatırlayarak ‘Paşa’nın haberi olsa, beni muhakkak cezaevinden çıkarar’ umudu içindedir. Nihayet kendisi, Mustafa Kemal’e mektup yazar, durumundan bahseder. Mustafa Kemal mektubu  aldıktan sonra, cezaevi müdürünü arayarak Cemilê Çeto’nun tek kişilik hücreye konulmasını ister. Cemilê Çeto, bunu, Mustafa Kemal’in kendisinden haberdar olduğunu, artık tahliye edileceği  şeklinde anlar. Cemilê Çeto idam edilinceye kadar tek kişilik hücrede tutulur. (s. 203)

Bu olayı Mahmud Yeşil, Desteyek ji Çiroka Mîn (Doz Yayıncılık, İstanbul 2000 kitabında anlatmaktadır. Murat Budak oradan alıntılamış.

Cemilê Çeto’nun oğlunu, yukarıda sözü edilen, Seyrantepe’deki sıkıyönetim tutukevinde ben de tanımıştım. O’nun adı da Cemil Çeto idi. Oğlu Cemil Akgül’le sıkıyönetim tutukevine getirilmişlerdi. Cemil Akgül, bir ara Kurtalan belediye başkanlığı yapmıştı.

Murat Budak’ın Zirkan Aşiretinden Hazro Beyleri kitabında  doğa, insan, hayvan -kuş ilişkilerinin betimleyen çok başarılı bir bölüm de var. (s. 133-134)

Murat Budak, babası Hüsnü Budak’ın, Yümnü Budak’ın hapiste olmasından dolayı çevresi tarafından dışlandığını, bu bakımdan babasının moralinin çok bozuk olduğunu söylüyor. ‘Senin oğlun komünistlikten dolayı hapiste, neden engel olmadın’ deniyormuş. (s. 141) Halbuki, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, en önce Kürdlüğü, Kürd sorununu çağrıştıran,  gündeme getiren bir kurumdur.   Ama devlet, hükümet, Kürdlüğün, Kürd sorununun insanların bilincine çarpmasını engellemek için  komünistliği gündeme getiriyor. ‘Senin oğlun Kürtlükten dolayı hapiste’ dense, Hüsnü Bey’in çevrede itibarı artabilir.

Hazro Beylerine Eleştiri

Murat Budak, kitabının bir yerinde şöyle söylüyor.  ‘Kürd beyleri ve önderleri, kendilerini, doğuştan asil, eşraf ve hanedan sayarlar. Soyluluk, Kürd emirleri ve Kürd reisleri için mensup oldukları aşiretin çimentosunu oluşturur’ (s. 43)

Bu görüşün irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.  Önce Hazro Beyleri kitabından bir alıntı yapalım:  “Mustafa Kemal Paşa, Hazro’ya gelişinde Mehmet Nuri Beye misafir olurdu ve evin selamlık bölümünde kalırdı. Bir gün yemekte, paşanın keyifsiz yemek yediğini görünce  yemeği beğenmediniz mi acaba diye sorar.  Paşa, asker cephede aç iken,  bize burada mükellef yemekler ikram ediliyor deyince Mehmet Nuri Bey,

“…  ‘ Paşam, ben amca çocuklarım ve kardeşlerim askerlerin bir aylık iaşelerinin temini için size söz veriyoruz’, deyince Paşa rahatlar.  O yıllar mahsul azdır. Bir ölçek buğday bir altına alıcı bulmaktadır. Ailenin tasarrufunda elinde 40 civarında köy bulunmaktadır. Bir önceki yıldan köylerde  stoklarda ürün bulunmaktadır. Ürünler yerde açılan çukurlarda  stok edilirdi. Tabii onu da bir teknikle yapıyorlardı. İlk önce  su tutmayan bir yer tesbit edilir ve çukur açılır.   Çukurun altına sap ve üstüne saman serilir, buğday döküldükçe etrafına saman dökülür, toprakla teması önlenir. Çukur buğday ve arpa ile dolduktan sonra ürünün üstüne tekrar sap ve saman dökülür,  sonra toprakla kapatılır. Ben bir defasında olaya şahit oldum.  İlginçtir, bazan çukurun yeri unutulur, yıllar sonra tesadüfen bulunurdu.

Buğday, arpa mercimek, küşne-kızın (baklagillerde hayvan yemi olarak kullanılır) orduya katırlarla ulaştırılır,  Levazım Müdürü Şevki Bey’e teslim edilir.

Bu şekilde Mehmet Nuri Bey 240 ton,  amcası Hatip Bey 120 ton,  Öbür Hazro beyleri 150 ton buğday, arpa mercimek, nohut  vs. orduya taşıdılar.” (s. 104-105)

                                                          ***

Hazro Beyleri, bu zenginliklerini hiçbir zaman, Kürdlerin yararları doğrultusunda kullanmamışlardır. Her zaman Kürdleri ezen devletin/devletlerin  çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu, sadece Hazro Beyleri için değil, hanedanlık ifade eden bütün Kürdleri için böyledir.

Hazro Beyleri’nin Mustafa Kemal’le tanışması 1916 yılında gerçekleşmiştir. Aynı yıl, İttihat ve Terakki’nin  organize ettiği büyük Kürd tehcirinin gerçekleştiği yıldır. Aynı yıl, Erzurum, Bitlis, Van, Muş, Bingöl, Ağrı gibi yörelerden bir milyonun üzerinde Kürd, Rus işgali bahanesiyle, kış aylarında,   tehcire tabii tutulmuştur. Bu Kürdler, Kürdistan’dan koparılarak Batı illerine sürgün edilmektedir. Esas amaç, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmektir. Geri dönüşleri de imkansız kılınacaktır. Tehcire tabii tutulan bu Kürdlerin yarısı yollarla, soğuktan, açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, ilaçsızlıktan, bakımsızlıktan imha olmuştur. Celâl Temel,  ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında 1916 Kürt Tehciri Ve İttihat Ve Terakki’nin İskan ve Nüfus politikası (1913-1918) kitabında ( İBV Yayınları İstanbul, Eylül 2019) bu durumu etraflı bir şekilde analiz etmektedir.

Yukarında, yemekte, Mustafa Kemal’in keyifsizliği karşısında, askerlerin iaşesini gündeme getiren Mehmet Nuri Bey, tehcir sırasında açlıktan, susuzluktan, hastalıktan kırılan bu Kürdler için bir iyilik yapabilmiş midir? Veya bu tehcir sürecinden haberi var mıdır? Bu kış-kıyamette Kürdleri tehcire tabii tutan, onların hastalıktan, açlıktan, susuzluktan ölmelerinin yoluna  açan bu ordu değil midir? Bu ordunun organize ettiği Teşkilat-ı Mahsusu değil midir? Asillik nerde, eşraflık nerde, hanedanlık nerde?

Bundan çok daha önemli sorunlar da var. Cumhuriyet’le birlikte Kürdlerin inkarı başlamıştır. Kürdçe yasaklanmıştır. Kürd diye bilinen bir milletin olmadığı Kürdçe diye bir dilin olmadığı vurgulanmaktadır. Herkesin Türk olduğu, Türkçe konuştuğu, Türkçe konuşmasının gerektiği ısrarla vurgulanmadır. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek   için her türlü önlem alınmaktadır. Anadilin yasaklanması insan varoluşunda çok önemli sakatlık oluşturmamakta mıdır?  Anadilin, Kürdçe’nin yasaklandığı dönemde Mehmet Nuri Bey’in İkinci dönem TBMM’de Diyarbakır milletvekili olduğunun da hatırlayalım. Bu yasaklamalar sırasında Mehmet Nuri Bey, Kürdlerin hak ve çıkarlarını, Kürdlerin Kürd olmaktan doğan haklarını, Kürd milleti olmaktan doğan haklarını savunabilmiş midir? Asillik nerde, eşraflık nerde, hanedanlık nerde?

Bugün Kürdler 50-60 milyon nüfusuyla Yakındoğu’da, Ortadoğu’da önemli bir yer işgal ediyorlar. Ama Kürdler bu büyük nüfuslarına rağmen devletsiz bir halktır. Dünyada nüfusları bir milyonu bile bulmayan onlarca devlet varken,  Kürdlerin neden devletsiz bırakıldığı önemli bir uluslararası sorundur. Bunun neden böyle olduğu elbette ciddi incelemeleri, araştırmaları gerektirmektedir.

Bugün, İran’da hergün üç-beş Kürd idam edilmektedir. İran bu yöntemle Kürdlerin nüfus artışını denetlemektedir. 20-25 yaşındaki Kürdlerin sürekli olarak idamı, evlenme çağına gelmiş, çoluk-çocuğa kavuşacak  Kürdlerin sürekli idamı bir çeşit soykırımdır. Mekana ve zamana yayılmış soykırım. Türkiye, hergün, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kuzey kesimlerinin, Suriye’nin Kürd özerk bölgesini bombalamaktadır. Irak bu saldırılara yarım ağız tepki göstermekte, anlaşmalara rağmen Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bütçesini göndermemekte, Kürdleri her zaman kendisine muhtaç durumda tutmaktadır. Beşar Esad Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmemekte ama,  Türkiye’nin bombardımanlarına ses çıkarmamaktadır. Çünkü birçok nedenle kendisinin yapamadığını Türkiye yapmaktadır. Bu durumda, yine  asillik nerde, eşraflık nerde, hanedanlık nerde diye sormak gündeme gelmektedir.

Bu dört devletin bu konularda birbirleriyle çok sıkı bir ilişki içinde oldukları da   çok açık bir gerçekliktir.